Bir hayalken Anthaven, yavaş yavaş gerçeğe dönüşüyor. Yüzü geleceğe dönük yeni bir yaşamın tohumları, vücuda geldiği toprakların geçmiş söylencelerine de can veriyor. Cem Sağbil imzalı Aspat Kızı heykeli, nesilden nesile anlatılan bir trajediyi Anthaven’da sonsuzluğa taşıyor.
“ACAYİP HEYECANLANDIM PROJEYİ GÖRÜNCE. HER YERDE BİNALAR
YAPILIYOR. AMA BİR HİKÂYESİ OLDUĞU ZAMAN BAŞKA BİR ŞEYE DÖNÜŞÜYOR.”
Bir kayıkta tek başına genç bir kadın. Rüzgârdan saçları dalga dalga uçuşuyor. Dilinde bir ağıt. Haliiilll diyor; Çökertme’den çıktım da Halil’im Aman Başım Selamet / Bitez Yalısına Varmadan Halil’im Aman Koptu Kıyamet / …Burası da Aspat değil Halil’im Aman Bitez Yalısı…
Çökertme Türküsü bu, hani herkesin ezgisini de sözlerini de az çok bildiği. Cennetten kopmuş da dünyaya düşmüş antik bir liman olan Bodrum Aspat’ta bir hayal adım adım gerçeğe dönüşürken, yörede nesilden nesile aktarılan bu hikâye de yeniden can buluyor, yeni bir form kazanıyor. Heykeltıraş Cem Sağbil de Anthaven hayaliyle koşut adım adım, efelerin efesi Halil’le güzeller güzeli Gülsüm’ün trajik hikâyesini bronzdan bir heykele dönüştürüyor: Aspat Kızı. “Müthiş bir hikâyesi var onun. Orada bir aşk var, trajedi var. Sanki ben de o hikâyenin içindeymişim gibi,” diyor Sağbil.
Anthaven’ın simgesine dönüşecek olan Aspat Kızı için ilk adımda minyatür bir heykel yaptı Sağbil. “Çok basit bir kayık formu yapıp o kızın saçlarını ve kafasını kullandım. Sonraki aşamada o heykelin başka bir parçası, bundan sonraki bir tanıtımda kullanılacak. Küçük bir heykeli de ev sahiplerine verme hayali var. En sonunda da o heykelin büyük formunu meydana dikmek ve bu hayal, projenin bir hikâyesine dönüşüyor.”
Sanatçının, daha çok küçük parçalar çalıştığı İstinye’deki atölyesi, aynı zamanda eserlerini sergilediği bir galeri olarak işlev görüyor.
Almanya’daki heykel eğitimi ve orada şekillenen sanat serüveni Cem Sağbil’i, “Mental olarak kendi kültürüne” döndürmüş.
Coşkuyla anlatıyor usta sanatçı bunları. “Her tarafta binalar yapılıyor. Çok güzel mimariler var, ama bir de böyle bir hikâyesi olduğu zaman başka bir şeye dönüşüyor birdenbire. Acayip heyecanlandım bu projeyi böyle görünce. Benim gibi adamlar, sonuçta hayal kuran adamlar. O hayal içinde yürüyerek, onu zenginleştirip onun kocaman hikâyesine gireriz.
“DOĞU-BATI KARŞITLIĞI, SANATÇININ ESERLERİNDE TEMEL BİLEŞEN.
KARŞITLIĞIN DENGESİNİ DÜALİTE’DE BULMUŞ. “MÜTHİŞ BİR ZENGİNLİK…”
”Doğu’da doğup büyümüş bir sanatçı olarak, hikâyeleri seviyor Cem Sağbil, her ne kadar sanatı Batı’da şekillense de. Fındıklı Güzel Sanatlar Akademisi’nde iç mimarlık ve tasarım okurken, sandalye tasarlamak birden gözüne anlamsız görününce ‘79 yılında Almanya’ya gidip sil baştan heykel okumaya karar vermiş. Stutgart’ta seramik ve heykel eğitimi almaya başlamış. Yedi yıl süren eğitim ve sonrasında orada kurduğu atölyede şekillenen sanat serüveni onu, “Mental olarak kendi kültürüne, çıktığı topraklara” döndürmüş. Fransızca bilen ama Almanca’yı yeni öğrenen sevimli bir adam olarak kabul görse de, “Kendini anlatamama, yalnızlık,” duygusu hâkim olmuş ilk yıllarına.
Sağbil’in tesadüfen görüp aldığı zeytin kütükleri, on yıl atölyede bekledikten sonra küçük dokunuşlarla bu heykellere dönüşmüş.
Entelektüel bir ailede doğsa da (4-5 dil bilen üst düzey memur bir baba, Almanya’da konsoloslukta çalışırken istifa edip orada bir sanat galerisi açan anne), burada iyi bir formasyon edinse de, orada ekside olan Sağbil, adını yıllar sonra koyabildiği yeni bir duyguyla tanışmış: Azınlık mentalitesi. Batı’da yaşarken, doğup şekillendiği toprakların kültürüne dönmesinin arkasında bunun yattığını söylüyor. Anadolu mitolojilerine yüklenmiş o dönem. Nitekim ilk yaptığı heykellerden biri Kibele olmuş. Amazonlar serisi gelmiş ardından.
Fakat yeni yaşamına dahil oldukça, karşılaştığı sorunlar onu yavaş yavaş, “daha evrensel bir yerlere” getirmiş. Oralı olmak, buralı olmak gibi bir kavramın ötesine geçmiş. “Çok daha kocaman, çok daha keyifli bir alanda dans etmeye başladım ben birdenbire.” O bambaşka yerin adı Düalite olmuş: “Bir kapı açtım, arkasından binlerce kapı çıktı karşıma. Müthiş bir zenginlik…”
Denge Serisi böyle hayat bulmuş. Nietzsche’nin dile getirdiği iki karşıt Apollonist (Batı’yı temsil eden mantık, bilgi, akılcılık) düşünce tarzıyla Diyonizyen (Doğu’yu temsil eden duygular, aşklar, hayaller, inanışlar) düşünce tarzının dengesi, birlikteliği. Batı (Apollon) güneş olmuş Sağbil’in heykellerinde, Doğu (Diyonizos) ay olarak yeniden anlam kazanmış. Doğu-Batı karşıtlığı usta sanatçının eserlerinde dengenin temel bileşenlerine dönüşmüş. Tabii ay ve güneşin Anadolu’daki anlamının etkisi büyük bu tercihte. “Anadolu’nun çok etkilendiği bir şey bu. Neredeyse bütün felsefelerde güneş erkek, ay kadın, dişiliği temsil ediyor.”
Doğu-Batı karşıtlığının dengesini güneş ve ayla ifade etmek öyle kolay olmamış yine de. Başlangıçta mitolojideki boynuz formunu kullanmış. Zaman içinde güneşi ve ayı kullandığı iki heykele varmış yolculuğu. “Fakat ay, boynuzun yerini alınca muhteşem bir şeye dönüştü. İki heykel çıktı, bundan.” Elinde ay tutan erkek ve elinde güneş tutan bir kadından oluşan bu bronz heykelin ikinci edisyonu, 2009’daki Türk Mevsimi sergisinden sonra Paris’teki Türk mahallesinin meydanını süslemeye başlamış. Üstelik Paris sokaklarında Türk bir heykeltıraşın imzasını taşıyan tek bronz eser.
Sanatçının ilk aşamada minyatürünü yaptığı “Aspat Kızı” heykeli Anthaven’la birlikte gelişip, sonunda meydandaki yerini alacak.
Cem Sağbil’in heykellerinin kiminin gözü yok kiminin burnu burun değil: “Ama duyguyu size verir. Bunu yakalayabilmek benim amacım.”
Figüratif bir üslubu olan Cem Sağbil, malzeme olarak bronzu kullanıyor en çok. Güçlü, sağlam, ayakları yere basan bir malzeme bu. Tıpkı, yabancı bir coğrafyanın “güçlü sağlam, ayakları yere basan” bir duruşu dayattığı Cem Sağbil gibi. “4000-5000 bin senelik bir mazisi var bu metalin. Tarih içinde bir yığın heykel silaha dönüşmüş; savaş çıkmış, heykeli silah yapmışlar. Savaş bitmiş, silahları tekrar heykele dönüştürmüşler. Benim yaptığım heykellerde de 1000 senelik, 1500 senelik bronz parçaları olma ihtimali çok kuvvetli.”
“BEN TAŞLI YOLLARI TERCİH EDERİM. ÇÜNKÜ O TAŞLAR BİZİ BÜYÜTEN, BİLGİ BİRİKİMİMİZ, DİRENCİMİZİ ARTTIRAN MALZEMELER OLACAKTIR.”
Türkiye’deki ilk sergisini 1996’da açan Sağbil, bronz heykellerini 2000’li yılların başında kurduğu İzmir’deki atölyesinde yapıyor. İstanbul İstinye’deki atölyesinde ise farklı malzemeler de kullandığı daha küçük parçalar çalışıyor. İstinye’deki atölyesinde Melekler Serisi dikkatimizi çekiyor.
“Bunlar sokakta görebileceğiniz insanlar. Biri yürüyor, biri saatine bakıyor, biri eteğini kaldırıyor. Çok basit figürler. Bunları yaparken kanat koymaya çalışıyordum. Kaşık vardı elimde. Kaşığı sapladım…
Bazen malzemenin kendisi belirliyor Sağbil’in eserlerini: “O obje benim yaptığım değil, kendi dinamiği olan bir şeye dönüşmüş.”
Bir gün sokağa çıktığımda kendimi kötü hissediyorum. Herkes canavar gibi görünüyor. Sıkıntılıyım, yansıyor tabii. 3-5 gün sonra hava çok güzel veya âşık olmuşum diyelim. Sokağa çıkıyorum, çöpçüye kolay gelsin diyorum, adam gülümsüyor. Sizin tebessümünüzü gören gülümsemeye başlıyor. Sokaktakiler aynı insanlar. Sadece kaşık da taksanız melek görünür. Bu, kendi kendine bir serüvene dönüştü. Böyle çıktı o Melekler Serisi.”
Atölyeyi gezerken, ayrıksı bir eser daha dikkatimizi çekiyor: Kusmuk Torbaları. Sağbil, 1996-2015 yılları arasında yaptığı uçak seyahatlerinde, kusmuk torbalarına eserlerinin eskizlerini çizmiş, notlar almış. Sonuçta bu torbalar, bir sanatçının iç dünyasına yolculuk yaşatan bir esere dönüşmüş.
“Bugüne gelince bir şeyin farkına vardım. Ben Cem olarak bir şeyler söylemeye çalışıyorum. Bu bir lisan çünkü. Heykel yapmak; müzik gibi, yazmak gibi, şiir gibi, konuşmak gibi bir araç. Yapmak istediğim şeyi esasta malzeme belirliyor. Bugün iyi bir şey yapıyorsam şayet, kâğıttan bile yapabilirim. İllaki bronz olması gerekmiyor. Tabii bunu 20-25 sene sonra söyleyebiliyorum. Bunu kavradıktan sonra bugün neyle çalıştığım önemli değil, ne yaptığım önemli.”
Sanatçının sokaktaki insanların sıradan anlarından esinlendiği Melek Serisi’nin kaşıktan kanatları bilgece bir mesaj veriyor.