Fotoğraf sanatının yaşayan efsanelerinden İzzet Keribar’a konuk olduk bu sayımızda. 16 yaşında tanıştığı fotoğraf sayesinde, çoğunluğun mutsuz olduğu bir dünyada, 83 yaşında, içini bir delikanlının yaşam sevinciyle dolduran o tutkunun izini sürdük.
Türkiye’nin sayılı fotoğrafçılarından İzzet Keribar, yerli yabancı sayısız ödülleri, her biri kendi döneminde büyük yankı uyandıran sergileri, onlarca fotoğraf kitabı ve 1.5 milyon kareden oluşan dev arşiviyle yaşayan bir efsane. 83 yaşında hâlâ fotoğrafla yaşıyor, fotoğrafla soluk alıyor.Fotoğrafla tanıştığında başında kavak yelleri esen 16 yaşında bir çocukmuş. Şanslı sayıyor kendini. “Varlıklı bir ailede büyüdüm. Bir şansım da abimdi. Fotoğrafı önce abim öğrendi.” Kendisinden 8-9 yaş büyük abisinin fotoğrafa merakını taklitle başlamış her şey: “Türkiye’de 60’lı yıllarda siyah-beyaz fotoğraf üzerine iz bırakan fotoğrafçılarından biriydi abim. Her şeyi ondan öğrendim ben. Onda fotoğraf makinası vardı. Bende de olsun diyordum. Onun karanlık odası vardı. Ben de istiyordum.” Abisi, İstanbulluların müze, tarihi semt gezme alışkanlıklarının olmadığı 60’larda İstanbul sokaklarında fotoğraf çekmeye çıkar, genç İzzet Keribar’a da rehberlik edermiş. “Nişantaşı’ndaki, Taksim’deki bir aile, Fatih’i, Ayasofya’yı, Sultanahmet’i, Topkapı Sarayı’nı bilmezdi. Kimse gitmezdi oralara. Ama abimle İstanbul’un tanımadığım sokaklarını birlikte keşfettik.” Abisi evlendikten sonra da birlikte fotoğraf çekmeye devam etmişler bir süre. “Sonra 53 yılında liseyi bitirdiğimde ailem bana Leica makina hediye etti. O Leica duruyor hâlâ: 3F. Siyah-beyaz İstanbul fotoğrafları çekmeye devam ettim.”
“VARLIKLI BİR AİLEDE BÜYÜDÜM. BİR ŞANSIM DA ABİMDİ. FOTOĞRAFI ÖNCE ABİM ÖĞRENDİ.”
Renkli Türkiye” İzzet Keribar’ın en son kitabı. Matbaadan henüz gelen kitabı imzalarken, ilk kitabıymışçasına heyecanlıydı.
Keribar, Uluslarası A.Fiap (Sanatçı), E.Fiap (Ekselans) unvanları ve 2018 Cumhurbaşkanlığı Kültür
Sanat Büyük Ödülü’ne de sahip.
ASKERLiK DÖNÜŞÜ ÂŞIK OLUNCA YÖN DEĞiŞTiRMiŞ HAYATI. EVLiLiK, GEÇiM DERDi, ÇOCUKLAR DERKEN 23 YIL ARA VERMIŞ FOTOĞRAF SANATINA.
Derken lise biter bitmez babasının yanında çalışmaya başlamış kendi isteğiyle. 55 yılında yedek subay olarak askere gitmiş, St. Michel mezunu olduğu için de direkt topçu olmuş. Dil bilenlerin askerliğe tercüman olarak devam etmeleri için açılan sınava girmiş. Fransız okulundan mezun, İngilizcesi Fransızcasından da iyi olan İzzet Keribar sınavı kazanmış. Bu da ona Kore’ye gönüllü yazılmanın kapısını açmış. Kore günlerinde fotoğrafta kendi deyimiyle sıçrama yaşamış. Tugayın fotoğrafçısı olarak o yıllar için çok yeni bir şey yapmış ve kişiye özel Kore albümleri hazırlamış; yüzbaşısından generaline kadar herkese. O sırada tayini çıkmış ve askerliğinin son 20 gününü Japonya’da geçirmiş. “Tam Şeker Bayramı’na geldiği için trenle Kiyoto’ya gittim. O yıllarda hiç kimsenin yapmadığı bir şey. İki günde tarihi kent Kiyoto’yu, Kobe’yi, Osaka’yı çektim.” Uzun yıllar sonra o fotoğraflar, Samsung’un sponsorluğunda sergiye de dönüşmüş.Askerlik dönüşü âşık olunca başka bir yola girmiş hayatı. Evlilik, yuva kurma, geçim derdi, çocuklar… “Bu konular beni fotoğraftan uzun bir süre, 57-80 arasında, 23 sene alıkoydu.” On yıl ithalatla uğraşmış İzzet Keribar. Sonra da kayınpederiyle ortak bir tekstil firması kurup iplik üretimine başlamış. Bütün bunlar olurken fotoğrafı sadece gezilerde, ailenin özel günlerinde çeker olmuş. Kayınpederinin vefatından sonra bir süre hem kendi işini hem ondan kalan fabrikayı yürütse de 97 krizi onun adına kaderine yeni bir biçim vermiş: “Bütün sermayemiz sıfırlandı. Sıfır. Hiç paramız kalmadı. Ama bir koz daha vardı elimde, fotoğrafçılık.”Keribar, Cağaloğlu’ndaki iş yerinin tabelasını değiştirmiş ve artık ekmeğini de fotoğraftan kazanır olmuş. “O günden bugüne sadece fotoğraf çekerek, fotoğraf paylaşarak, diabanklara fotoğraf vererek ya da satarak veya çekim yaparak geçiniyorum. Bu çok güzel bir şey.”Derginin sınırları belli, malum. Keyifle dinlediğimiz bu hayat hikâyesinin, belki de ruhsuz bir özetini geçtik burada. Bir de matbaadan yeni gelen son kitabı “Renkli Türkiye”nin heyecanını paylaştık. Artık sözü İzzet Keribar’a bırakıyoruz ve fotoğraf sanatına dair paha biçilemez şeyler dinliyoruz.
Fotoğraf sanatı size ne ifade ediyor?
Benim için bir yaşam tarzı. Fotoğrafla yatıp kalkıyorum. Her an düşüncelerimde; rüyalarım dahi fotoğrafla ilgili. Fotoğraf sanatçısı olmanız için kendinizi yüzde yüz vermeniz lazım. Arada bir çekmekle olmuyor. Fotoğraf sanatı benim hayatta bir yerlere varmamı sağladı. Bu, onun için güzel bir meslek, ama dediğim gibi bir şartı var. Disiplinli bir şekilde, yaşamınızı değiştirerek, bazı fedakârlıklar yaparak bunu götürmeniz lazım.
Fotoğrafla yeniden yollarınızın kesiştiği 80’li yıllarda hayatınızda neler değişti?
80’li yıllarda çocuklarla Amerika gezisine çıktık. Dönüşte Amsterdam’da üç saat bekleme vardı. Beklerken vitrinlere baktık. Fotoğraf makinalarını görünce, ne kadar değişmiş makinalar dedim. Oğlumun ısrarıyla bir Pentax aldım, kurcalamaya başladım. Bir gün çıktım fotoğraf çektim. Derken İFSAK’a üye oldum. Ondan sonra kendimi nasıl desem, hızla giden jet uçağı içinde buldum. Yeni dostluklar, yeni makina; kendime bir Leica aldım. Sami Güner’in teşvikiyle Osmanbey’de ilk sergimi açtım. Sonra ulusal yarışmalar ve uluslararası yarışmalardan ödüller gelmeye başladı. FOG grubunu kurduk altı kişi. 86’da meşhur Kazlıçeşme sergisini açtık. Çok ses getirdi. Ertesi sene İstanbul’un Surları’nı açtık. Sonra grup dağıldı. 90’larda dünya çapında ödüller gelmeye başladı. Artık adım fotoğrafçılar arasında duyulmaya başlamıştı.
O günden beri de kendinizi sürekli geliştiriyorsunuz…
Ben hep fotoğrafta kendini geliştirmeye inandım. Fotoğraf devamlı gelişme gösteren bir sanat. Aslında biz geri kaldık hâlâ. Mesela şu arkanızda görünen çalışmalar var (Ayasofya kolajı). Türkiye’de bir dönem açtı bu. Buna benzer birçok şey geliştirdim. Yerimde kalmadım. Benim, yaşıtlarıma göre iki avantajım oldu. Dijitale çabuk alışmam, Photoshop’u öğrenmiş olmam. 2002-2003’e geldiğimizde bir devrim oldu. Birdenbire analog sistemler dijitale döndü. Buna çabuk adapte oldum.
Devasa bir arşiviniz olduğunuzu biliyoruz…
Benim şu an 1.5 milyon hem siyah-beyaz hem diadan oluşan bir arşivim var. Türkiye’de bilmiyorum benzeri var mı? Mesela porseleni sevdiğim için İznik (çinileri) ustası olduk bir de. Ben İznik alacak kadar zengin değilim. Ama İznik’i tanıyan biriyim. Arşivimde dünyanın dört bir yanındaki müzelerdeki İznik koleksiyonlarının hepsinin fotoğrafları var bende. Birisi İznik çalışması yapmak isterse benim koleksiyonumda bütün İznikleri bulabilir. Bunları severek yapıyorum. O İznik’i çekmek… İçimde bir dürtü var: Gidip onu al ve arşivine ekle. Belki bir gün Türkiye’nin tarihi, sanatı, tarihi eserleri bakımından bunlar keşfedilecek ve mutlaka kullanılacak.
Sosyal medya çağındayız. Herkes fotoğraf çekiyor. Bu koşullarda fotoğraf sanatının bir geleceği var mı?
Akıllı telefonlardan sonra işlerimizde büyük bir şüphe yaşıyoruz. Bize ne kaldı? Telefonla çekilen fotoğraflar kötü fotoğraflar da değil. Bir fotoğraf makinasından bile daha rahat, herhangi bir şeye ışık tutmadan, insanın gözü gördüğü gibi aynı şekilde görebiliyor. Bir şey kaldı şimdi: Fotoğrafçının gözü.
Nedir o fotoğrafçının gözü dediğiniz olgu?
Fotoğrafçının gözü çok önemli. Her fotoğrafın bir öykü anlatması lazım. O öyküyü anlatmak için fotoğrafçının katkısı çok büyük. Fotoğrafı görünce, fotoğrafçı olan biriyle herhangi birinin çektiği fotoğraf arasındaki farkı hemen sezebiliyorsunuz. Deklanşöre basmakla fotoğrafçı olunmuyor. Fotoğraf fotokopi demek değildir.
Anthaven projesinin örnek evlerini çektiniz. Çekimlerden bahseder misiniz bize?
Aspat muhteşem bir yer. Biz oraya gittiğimizde hava şansımıza çok iyiydi. Bir tatil köyüne güneş gerekiyor. O güneşi orada bulduk. Gece ışığını da kullandık. En çok sevdiğim saatlerden biri, beni tanıyan herkes bilir: Mavi saat. En güzel fotoğraflar mavi saatte çekilir.
Mavi saat nedir?
Mavi saat, akşam güneş battıktan sonra gökyüzünün vermiş olduğu lacivert bir ton. Işığın en iyi dengelendiği zaman. Erken çekerseniz gök beyaz çıkar, geç çekerseniz gök siyah çıkar, bu sefer de ışık patlar. Yani fazla ışıkta detaylar kaybolur. Mavi saatte ışık dengelenir. Singapur’da güneş dik iner; bir dakika sürer mavi saat. İskoçya’da güneş yatay iner; 1.5 saat sürer. Türkiye’de üç-beş dakika…
Fotoğraf sanatı size ne kattı?
97’den beri artık sadece fotoğrafla yaşadığım ve fotoğraf yaşamımı bu kadar renklendirdiği için çok mutluyum ben. Fotoğraftan zengin olunmuyor, ama ben eminim ki bu, mesleğim haline gelen hobim sayesinde birçok kişiden daha mutlu bir hayat yaşıyoruz. Görüyorum herkes mutsuz, ben hep gülüyorum hep neşeliyim, çünkü bir ay sonra gidilecek seyahati planlıyorum. Orada fotoğraf çekeceğimi. Ve her gece, ne mutlu bana ki yarın sabah fotoğraf çekeceğim diye uyuyorum.