Kadıköy’de, Osmanağa camiinin önündeki tramvay durağında bekliyorum bir akşam. Tramvay henüz gelmemiş ve bir sohbettir gidiyor.
Yalnız Adam’dan bugüne 13 kitabınız yayınlandı. 14. kitabınız şubat ayı içinde raflarda olacak. Kendini kanıtlamış bir yazar olarak hâlâ heyecan duyuyor musunuz?
Tabii heyecanlıyım. İlk kitabım çıkacakmışçasına heyecanlıyım. Bu heyecanımın bitmemesi, kendim için en büyük temennim. Çünkü eğer o heyecan bitmişse yazma heyecanımı da kaybetmişim demektir. Tabii bir de son yıllarda sürekli kendimi yenileme kaygısı içindeyim. Her kitabımda bir başka deneme yapıyorum. Hâliyle bunun okur tarafından nasıl karşılanacağını çok merak ediyorum.
Okurların merakını da söndürmeden sorsak; yeni kitabınızın konusu nedir? Adı belli mi?
Adı belli. Kadıköy: Bir Cuma Rüzgârı. Bu, yedi kitaplık bir projenin ilk aşaması. Başlangıçta öykü kitapları olarak düşünmüştüm. Daha sonra gerek yayınevindeki Genel Yayın Yönetmeni Cem İleri -ki edebiyat zevkine ve bilgisine çok güvenirim- gerek kitaplarımın editörlüğünü yapmakta olan eşim, gerekse edebiyat ajansım, ilk kitabı okuduklarında, bu bir roman dediler. Ben de gerçeği kabul ettim. Her biri İstanbul’un bir semtinde ve haftanın bir gününde sabah başlayıp akşam bitecek. İlk kitap Kadıköy’de bir cuma gününde geçiyor. İkincisi salı günü ve öyle devam ediyor. Birbirini tanımayan ama yolları çakışan insanların hikâyesi bu. Ayrıca kendi adıma yenilik diyebileceğim, cesaret ettiğim bir adımım oldu. Bu kitaplar fotoğraflı olacak. Bu fotoğrafları da ben çektim. Siyah beyaz çalıştım. Her bir kitapta yaklaşık 70 fotoğraf yer alacak. Fakat bir fotoğraf sanatçısı iddiam yok. Bunlar bir yazarın tanıklığıdır. Bir sanat daha kattım yani kitaba.
“Benim kahramanlarım yaralı insanlar,” diyor usta yazar. “Ve hayat mücadelelerinden vazgeçmeyen insanlar. Şuna hep inanırım; hayat, mutluluktan değil mutluluk ânlarından ibarettir. Bizi hayata bağlayan bu anları kıymetini en çok, büyük mutsuzlukları yaşayanlar bilir.”
Böyle bir konuyu seçmenizin esin kaynağı neydi?
Kadıköy’de, Osmanağa Camiinin önündeki tramvay durağında bekliyorum bir akşam. Tramvay henüz gelmemiş ve bir sohbettir gidiyor. Ben varım, benim önümde aşağı yukarı benimle yaşıt bir başka adam var. Arkamda benden tahminen 15-20 yaş büyük başka bir adam var. En arkamızdaki de yaşlı, alkolü fazla sevdiği yüzünden belli olan bir adam. Ve elinde yıpranmış bir keman çantası var. O üç adam üç hikâye etti burada. Ama haklarında hiçbir şey bilmiyorum. Belki hiç de yazdığım gibi değiller. Kitabın kıvılcımını duraktaki o sohbet oluşturdu.
Yazarlığınızın 35. yılına girerken üslubunuz, bakışınız, dert edindikleriniz nereden nereye geldi?
Galiba biraz daha yalınlaştı üslubum. Bu yalınlığa ulaşmak için çok yol kat etmem gerekti. 1992’de yayınlanan En Güzel Aşk Hikâyemiz ile 2017’de yayımlanan Yanlış Tercihler Mahallesi arasında çok büyük farklar var. Asıl varmak istediğim yer Yanlış Tercihler Mahallesi imiş, şimdi anlıyorum. Yazarlığımın üç aşamadan geçtiği kanaatindeyim. İlk aşama bir çeşit oto terapi aşaması. Yani yaralarımı sarmak için, kendini sağaltmak için yazma dönemim. Ondan sonra kendimi var etme dönemi. Yani ben buradayım, beni duyun dediğim dönem. Ve Bu Oyunda Gitmek vardı ile başlayan bir başka aşama var. O da, evet bugüne kadar yazabileceklerimi yazdım ama bundan sonra kendimi nasıl aşabilirim aşaması. Anlatım tekniklerini nasıl geliştirebilirim? Somut bir örnek vereyim. Yazı atölyelerimin birinde bir öğrencim bana bir soru yöneltti: Hocam bu uzun cümleleri nasıl yazabiliyorsunuz? Şöyle bir cümle düşünün dedim; kadın elindeki çay fincanını adama uzattı. Son derece basit bir cümle. Bu cümle aslında içine girdiğinizde çok derinleşebilecek bir cümle. Kadın onca yılın kırgınlığıyla elindeki çay fincanını adama uzattı, gibi.
Her şey değişti… Bir cümleyle bir hikâye anlattınız…
Her şey değişti. Ve, kadın onca yılın kırgınlığıyla ve asıl istediklerini söyleyemeden elindeki çay fincanını adama uzattı. Haa, bunu söyledim ya ben, o anda bir kitap fikri doğdu. Bu konuşma esinledi. Dedim ki ben şimdi kısa hikâyeler yazacağım. Bu, bir tür. Amerikan edebiyatında çok var örnekleri. Bizde de Ferit Edgü yapmıştır. En uzunu yarım sayfa. Çok zor. Dedim ki ben bunu yapacağım ama şöyle yapacağım; belki yarım, belki tam sayfalık öyküler yazacağım ve hepsi bir cümleden oluşacak. Bir Cümlelik Aşklar böyle çıktı. Orada yüz öykü var. Kimi iki üç satırlık kimi 1.5 sayfalık. Ve hepsi tek cümle. Dünya edebiyatını bilemem ama Türk edebiyatında bir ilk. Hâliyle yapmaya çalıştıklarım bunlar işte kendimi aşmak derken. Sonuçtan fevkalâde memnunum. İleride nasıl bir yere oturacak bilmiyorum, ama maalesef az konuşuldu kitap. Bu konuda biraz kırgınım. Eleştirmenlerin fark etmediklerini bile düşünüyorum.
Bazı eserlerin değeri ancak zamanla keşfediliyor galiba…
Benim çok değer verdiğim iki yazarımız kitaplarının hayal ettikleri gibi itibar görmediğinin kırgınlığıyla gitti. Bunlardan biri Ahmet Hamdi Tanpınar, öteki Oğuz Atay. Ne kadar acı. Zamanında İstanbul Bir Masaldı’yı okuduktan sonra -nurlar içinde yatsın- rahleyi tedrisinden geçtiğim Attila İlhan bana şunu söylemişti: “Çok üst seviyede bir roman olmuş. Ama şunu unutma; bizim okurumuz sabırsız. Hâliyle zaman zaman emeğinin karşılığını almadığın hissine kapılabilirsin. Sakın ha, vazgeçeyim deme, yılma, doğru bildiğin yoldan git.” Hiç unutmadım bunları. Hep doğru bildiğim yoldan gittim. Öngörmüştü bazı kırgınlıklarım olabileceğini. Ama şikâyetim yok. Benim için yazmaya devam edebilmek yeterince önemli bir ödül zaten.
Yazı yaratımı dersleri veriyorsunuz. Yazmak öğretilebilir mi?
Evet öğretilebilir. Bu iş biraz usta çırak ilişkisi. Bir bilgiyi aktarma, bir bilgiyi devretme işi bu. Her şeyden önce sabrı gerektiriyor.
“Çocukluğumdan beri hep insanları gözlemlele eğilimindeyim. Bundan hiç vazgeçmedim. Vazgeçmediğim için de malzemem hiç bitmedi.”
Mario Levi, okurlarının tepkisi için “Benim için aldığım ödüller kadar büyük bir ödül,” diyor. Mesela, birkaç yıl önce İsviçre’de tedavi gördüğü ruh ve sinir hastalıkları kliniğinden arayıp “Bana çok iyi geldi,” dediği İstanbul Bir Masaldı romanı için teşekkür eden okurunu hiç unutmuyor.
Yazma sürecinin kendisi sürprizlerle doludur. Bazen çok acı verir, bazen çok büyük bir mutluluk. Hepsi neticede tek bir kapıya çıkar: İyi bir yazı yazmanın inancı. Eğer o inancı hakikaten taşırsanız ancak o zaman doğru bir iş yaptınız demektir. Ve o inanç okura mutlaka geçer.
“Yazmaya Başladığım 70’li yılların ikinci yarısında, yazarlar mecliste oturduklarında ‘Senin kitabın kaç sattı?’ diye sormazlardı. Bu bir değer değildi”
Benim yazı atölyelerim örneğin, 12 haftalık. 3’er saatten 36 saat. Temel seviyede ilk derste şunu söylüyorum: Siz bu 12 haftanın sonunda yazar olacağınızı düşünüyorsanız, yanlış yerdesiniz. Çünkü bu bir sabır işi. Ben bu işi 2002’den bu yana yapıyorum. Bu 17 senenin sonunda da hiç fena değil; on yedi yazar çıktı. Bunların bazılarının da iki üç kitabı yayınlandı.
Günümüz Türk edebiyatını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bizden sonra gelen kuşakta çok iyi yazarlar çıktı; iyi bir öykücü kuşağı yetişiyor. Fakat başarı, satışla ölçülüyor artık. Bu da birçok yazarı şöyle bir kaygıyla karşı karşıya bırakıyor: Ne yazsam da satılsa. Bunun gelecek açısından tehlikeli olduğunu düşünüyorum.
Yemek yapmayı sevdiğinizi biliyoruz. Size Pandispanya Yaptım, kitap boyunca sürpriz yemek tarifleriyle devam ediyor. EQ okurları için bir yemek tarifi verirseniz çok mutlu oluruz…
Çok kolay bir yemek var. Babaannemin mutfağını bilmeyenlere sunmaktan da hoşlandığım bir yemektir bu. Tarifi şöyle: Sekiz adet sakız kabağını iyice yıkayın. İki ucundan da kesin ve kabakları ikiye bölün. Kabuklarını salatalığı soyar gibi ama daha etli soyun. Her birini iki santimlik parçalar hâlinde doğrayın. Tencereye çok sulu bir limon veya iki daha az sulu limonun suyunu sıkın. Zeytinyağı ekleyin. Ben bu miktardaki kabuk için 3 veya 4 yemek kaşığı zeytinyağı kullanıyorum. Biraz su ekleyin. Az miktarda çünkü kabuklar zaten su salacaktır. Daha kabukları koymadınız. İki tatlı kaşığı şeker, 1 tatlı kaşığı da tuz ekleyin ve tercihinize göre sarımsak koyun. Ben çok koyuyorum. Sonra bir güzel karıştırın ki malzemelerin hepsi birbirine karışmış olsun. Kabukları ekleyin. 20-25 dakika kısık ateşte pişirin. Oda sıcaklığında servis edin. Bu yemeğin adı Kaşkarikas. Bu zaten Ladino dilinde kabukçuklar demek. Yapması kolay, yemesi keyifli bir yemek bu. Ha, geriye kabakların içleri kaldı. Onları da mücver yapıverin.
“Yazmak zor bir süreç. Bütün zorluklarına rağmen ne mutlu bana ki yazabiliyorum. Hayatımda güzel anlar da, çok kötü anlar da oldu. Mesela geçtiğimiz yaz benim için çok zor bir yazdı. Çok ciddi sağlık problemleri yaşadım. Ve yazmak beni hayata bağladı.”