Silivri merkezli 6.2 büyüklüğündeki depremle birlikte İstanbul’un depreme hazır olmadığı gerçeğiyle bir kez daha yüzleştik. Aslında İBB ve ilgili bakanlıklar ‘deprem riski’ne yönelik gerekli çalışmaları yapıyor. Ancak Özyeğin Üniversitesi’nde afet dirençli toplumlar üzerine çalışan Dr. Öğr. Üyesi Derya Deniz’ göre bu riskleri önlemek konusunda yeterince hızlı yol alamıyoruz
Peki, sadece depreme değil, çoklu afetlere yönelik, bütünleşik bir afet yönetim planı için ne gerekiyor: İyi bir eğitim ve denetim mekanizmasının yanında, kurumlar arası iletişim ve katılımcılığın sağlanması. Psikolojik dayanıklılık içinse önleyici toplumsal normlar, kurumlara güven ve yurttaş olma bilinci şart
17 Ağustos’un üzerinden 25 yıl, 6 Şubat depremlerinin üzerinden iki yıldan fazla zaman geçti. Tıpkı 6 Şubat sonrası olduğu gibi 23 Nisan’da Silivri’de meydana gelen 6.2 büyüklüğündeki depremden sonra da herkes 7.5 ve üzeri büyüklükte beklenen İstanbul depremini konuşuyor. 99 depreminden bu yana geçen 25 yılda hazırlanan çeşitli raporlar, kaç binanın yıkılacağı veya hasar alacağına ilişkin hesaplamalarla deprem riskini ortaya koydu ve çalışmalar hala devam ediyor. Peki deprem, hatta daha genel ifadeyle afet riskini ortaya koymakta son derece başarılı olan Türkiye, bu riski önleme konusunda ne kadar yol katetti dersiniz? Maalesef durum pek de parlak değil…
Kandilli Rasathanesi tarafından İstanbul Büyükşehir Belediyesi için hazırlanan rapora göre İstanbul’da 1.2 milyon bina mevcut. Ve olası bir depremde bunların yüzde 17’sinin orta ve üzeri hasar alması bekleniyor. 1.2 milyon binanın yüzde 1.2’si yani yaklaşık 15 bin bina ise kritik durumda, öyle ki depremde tümden veya kısmi çökme ihtimali olup can kaybına neden olması öngörülüyor.
695 bin bina dönüştürüldü
600 bin bina daha var
Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın verileri ise bize 2012’de kentsel dönüşüm yasasının çıkmasından bu yana neler yapıldığını anlatıyor. Bu verilere göre, kentteki yaklaşık 8 milyon bağımsız birimin 1.1 milyonu yani yaklaşık yüzde 14’ü, ya dönüştürülerek tamamlanmış durumda ya da kentsel dönüşüm aşamasında. Raporda buna ek olarak bir 600 bin bağımsız birim daha olduğu belirtiliyor, ki bu da kentteki bağımsız birimlerin yaklaşık yüzde 8’inin daha depreme dirençli hale getirilmesi gerektiği, dolayısıyla önümüzde hala uzun bir yol olduğu anlamına geliyor.
Afet dirençli toplum nedir?
Peki, ‘afete dirençli toplum’ deyince yalnızca yaşadığımız binaların güvenliğini mi anlamalıyız? Özyeğin Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Bölümü’nde afet dirençli toplumlar üzerine çalışan Dr. Öğr. Üyesi Derya Deniz, bu kavramın yalnızca yapı güvenliğinden ibaret olmadığını, sağlık kurumları ve itfaiye gibi kritik birimlere erişimden altyapı hizmetlerine ve hatta toplumların afet sonrası kalkınmasını da içine alarak ekonomik ve sosyal faaliyetlerinin iş sürekliliği ve çevresel etkiler gibi konuları da kapsadığını anlatıyor.
Altyapı hizmetlerinin sürekliliği: Öncelikle altyapı konusunu ele alırsak buna elektrik, doğal gaz, su, hatta telekomünikasyon dahil. Örneğin İBB’nin çalışmasına göre, olası bir depremde İGDAŞ boru hatlarında, kent çapında 355 noktada onarım ihtiyacının oluşacağı tahmin ediliyor. İGDAŞ istasyonlarının yaklaşık yüzde 40’ının orta ve daha üst seviyede hasar görmesi bekleniyor. 86 bin 500 binada ise doğal gaz servis kutusunun devre dışı kalması olasılık dahilinde.
Bununla birlikte senaryo depreminde İSKİ su şebekesinde 463 noktada, atık su şebekesinde ise 1045 noktada onarım ihtiyacının oluşabileceği hesaplanıyor. İstanbul elektrik şebekesi nakil hatlarının yüzde 5’inin depremi orta düzeyde hasarla atlatması beklenirken trafoların ise yüzde 31’inin orta ve üstü seviyede hasar alacağı tahmin ediliyor.
Acil ulaşım yollarına erişim: Acil ulaşım yollarına erişim ise afet yönetiminde önemli bir diğer başlık. İBB Ulaşım Daire’nin İstanbul genelindeki 473 sağlık kurumundan acil yardım istasyonları ile 50 yatak kapasitesi altındakileri çıkararak 217 sağlık kurumunu incelediği projeksiyonlarına göre, depremde 305 enkazın 118 yolu kapatacağı ve bu nedenle de 37 sağlık kurumunun birinci derece acil ulaşım yollarına erişemeyeceği bekleniyor. Deniz, acil ulaşım yollarına park edilmesinin de büyük bir sorun olduğunu ekliyor.
“Sadece afet riski değil, sonrası da düşünülmeli”
Deniz’e göre tüm bunlar, afet yönetiminde altyapı hizmetlerinin de önemini gösterir nitelikte. Ancak Deniz, “henüz bırakın evlerimizde elektrik veya suya erişemememizi ya da iletişimin sağlanamamasını; kurumların da bu hizmetlere erişimde büyük sıkıntılar yaşayabileceğini” düşünüyor. Ve sadece depreme veya afet riskine yönelik değil, çoklu afetleri düşünerek afet öncesi hazırlık, afetten hemen sonraki müdahale ve afet sonrası kalkınma süreçleri olmak üzere kapsamlı bir planlama yapılması gerektiğine dikkat çekiyor.
“Sanayinin yüzde 40’ı Marmara’da”
Fakat Deniz’e göre böyle bir planlama için afet dirençliliğinin yalnızca ‘afet riski’ çerçevesinden ele alınmaması şart. “Evet, can güvenliğimiz her zaman bir numara. Ama gelişmiş ülkelerde bu çok büyük bir sorun değil artık, biliyorsunuz. Büyük depremler oluyor ama hemen hemen kimse ölmüyor. Buralarda kalkınma süreci, onun için de özellikle afet sonrası iş sürekliliği çok mühim. 6 Şubat depremlerinin olduğu bölgedeki sanayi sektörü Türkiye’nin yaklaşık yüzde 10’una denk gelirken Marmara Bölgesi, Türkiye’nin yüzde 40’ını oluşturuyor. Bu bakımdan özellikle sanayi yapılarımızın yani fabrika sahiplerinin iş sürekliliği planları yapması gerekiyor” diyor.
“İş sürekliliği için kapsamlı bir sigorta önemli”
Deniz, iş sürekliliği planı deyince ilk olarak kapsamlı bir sigorta yapılması gerektiğine de dikkat çekiyor. 6 Şubat depremleri sonrası bölgeyi üç kez ziyaret ettiklerini anlatan Deniz, “Gittiğimiz çoğu firmanın -büyük firmalar hariç- yeterli sigortası yoktu. Hatta hiç sigortası yoktu pek çoğunun” diyor. Binalardaki yapısal hasarların yanı sıra, yapısal olmayan elemanların (dolgu duvar, havalandırma hatları gibi bir binanın taşıyıcı sistemi haricindeki bütün kısımları) veya üretim ekipmanının zarar görmesinin de iş sürekliliğini ciddi etkileyebileceğini ekliyor.
Bütünleşik bir afet yönetiminde neler olmalı?
Bütünleşik bir afet yönetim planı için gerekli olan temel unsurları ise şöyle sıralıyor Deniz: Öncelikle eğitim ile farkındalık, sonrasında iyi denetim mekanizmaları, kurumlar arasında sağlıklı bir iletişim ve kaynakların etkin kullanımıyla halkın da sürece katılımının sağlanması. Deniz’e göre, bu unsurların bir arada olması halinde afet yönetiminde “can güvenliği aşamasından afet sonrası sosyal refah hızlıca sağlanarak kalkınma aşamasına” geçebiliriz.
‘Toplu panik’ halinden ‘dayanıklılık’ haline
Diğer taraftan toplumlar için afete dayanıklılık, yalnızca fiziksel değil psikolojik olarak da afetlere dirençli olmaktan geçiyor. Zira Türkiye gibi afetlere hazırlıksız olan toplumlar, bir deprem olduğunda şok ve panik tepkisi gösteriyor. Peki bu ‘toplu panik’ halinden ‘dayanıklılık’ haline nasıl ulaşabiliriz derseniz bu sorunun cevabı, öncelikle yukarıda da bahsettiğimiz bütünleşik bir afet yönetim planında yatıyor. Zira depreme dayanıklı binaları olmayan ve yaşanan her afette çok sayıda kayıp veren bir toplumda, depreme ya da başka afetlere karşı dayanıklı bireylerden söz etmek mümkün değil.
Önleyici toplumsal normlar şart
Ancak yine de bir tanım yapmak gerekirse, sosyal psikolojide dayanıklı toplum, afetten çok olumsuz etkilense bile başlangıç düzeyine hızla dönebilen toplumu ifade ediyor. Bunun için öncelikle afetleri önleyici davranışların, deprem olmadan önce belirgin bir önleyici toplumsal norma dönüşmesi gerekiyor. Sosyal psikolog Nebi Sümer, bu normların gelişebilmesi için en etkili yaklaşımın sosyo-ekolojik yaklaşım olduğunu ifade eder. Peki bu yaklaşım bize ne diyor? Yine Sümer’in ifadesiyle “Batı’daki mevcut afet yönetim sistemlerini kullanmak yerine, yerel kültürel anlayışı ve afete atfedilen anlamı anlamamız gerekiyor.”
Suçluluğa dayalı bir vicdani yük
Bunu şöyle bir örnekle açıklayabiliriz: Bir ülkede devlet, kurumlarıyla afetleri önlemek için gerekli önlemleri almaz, gerekli denetimleri yapmazken “Bir insan nasıl olur da dere yatağına ev yapar” demek, birey sistemdeki normlara göre hareket ettiğinden pek de bir işe yaramıyor. Bu nedenle de nasıl ki hırsızlığa karşı ortak bir normatif baskı varsa imar kanununa aykırılık ya da kolonların kesilmesi halinde de toplumda suçluluğa dayalı bir ahlaki, vicdani yük oluşması şart.
‘Yurttaş olma bilinci’, ‘güven’ ve ‘risk algısı’
Bunun için de öncelikle ‘yurttaş olma bilincinin’ ve toplumda başkasına ve kurumlara duyulan ‘güven’in yüksek olması gerekiyor. Bunun dışında psikolojide geçen ‘risk algısı’ kavramı da afete dayanıklılıkta oldukça önemli. Gerçek risk ve algılanan risk arasında fark var. Örneğin ocakta kaynayan bir suyun devrilerek bizi yakması, gerçek risk düzeyi düşük olsa bile daha yüksek riskli algılanıyor. Çünkü gözümüzün önündeki tencerenin devrilmesini zihnimizde canlandırabiliyoruz. Ancak gözümüzün önünde olmayan ve gelecekte bir zamanda yaşanacağı varsayılan bir depremde risk gerçekte çok yüksek olsa bile algıladığımız risk o kadar yüksek olmuyor.
Kısaca dayanıklı binalar ve can güvenliğimiz için, öncelikle yaptırımı olan normlar ve bu normlara uygun hareket eden dayanıklı bir insan modeline geçiş de şart.